Ragıp Duran
Önce gazeteciler sonra okurlar, atv-Sabah’daki grevden ne kadar haberdar? Sendika ve grev, geçmiş bir dönemin sözcük ve uygulamaları mı yoksa? Akhilleus sonunda nasıl öldü?
Geçenlerde Tayfun Talipoğlu’nun TRT 1 kanalında, TRT’nin değişimini tartıştığımız programda, sonlara doğru, yani saat gece yarısını çoktan geçmişti, Bilgi Üniversitesinden değerli arkadaşım, meslekdaşım Dr.Esra Arsan, söz aldı ve mealen, ‘’ Bu programa TRT’deki sendikacı arkadaşları da davet edip onlara da söz hakkı verseydiniz iyi olurdu. Çünkü biz sonuç olarak TRT’yi dışarıdan değerlendirebiliyoruz, eleştirebiliyoruz. Halbuki sendikacı arkadaşlar da olsaydı onlar içeriden, çalışma koşullarını ayrıntılı olarak bizlere anlatır, hükümetin ya da yönetimin çalışanlarla ilişkilerini anlatırlardı’ dedi.
Programın yöneticisi Talipoğlu, Esra’nın konuşmasına kadar, TRT’ye yönelik eleştiriler konusunda kendisine merkezden iletilen not ya da yanıtları aktarıyor, bir şekilde o programa çağrılı gazeteci, medya eleştirmeni ya da medya akademisyenlerinin eleştirilerine karşı TRT yönetiminin yankı ve tepkilerini hem bize hem de izleyicilere aktarıyordu.
Ne var ki, sahneye ‘sendika’, ‘sendika temsilcileri’, ‘çalışma koşulları’ sözcükleri çıkınca, Talipoğlu, merkezin yanıtını filan beklemeden, TRT yönetiminin ya da genel olarak işverenlerin, medya mülkiyetinin refleks haline gelmiş yanıt ve tepkilerinden bir demet sundu.
Paneldekilerin çoğu, sabaha karşı, bu konuya öyle çok da önem vermedik. Konu geçti gitti.
Şimdilerde dünya sendika tarihinde bile nadir görülen bir grev yaşanıyor: İşveren, kamu bankalarından aldığı tartışmalı krediyle yine tartışmalı bir açık artırma ile atv-Sabah grubunun mülkiyetini ele geçiren AKP yanlısı Çalık Holding/Turkuvaz. Grevciler ise Türkiye Gazeteciler Sendikası üyesi 10 meslekdaşımız.
Yüzlerce gazetecinin çalıştığı bir holdingde, 10 gazeteci, Fransızca deyişle ‘Contre vent et maree’ (Rüzgarlara ve dalgalara karşı-Tüm engelleri aşarak) greve çıkıyor. Sendikanın internet sitesinde konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler mevcut. (tgs.org.tr)
İşverenin arkasındaki gücü biraz tanıyalım. Geçtiğimiz 1 Mayıs’ta işçiler hakkındaki düşüncelerini İstanbul sokaklarında eyleme döken, hak arayan emekçileri ‘Ayaklar baş olursa…’ deyişiyle niteleyen AKP iktidarının bir holdingi, greve karşı ilk tepki olarak, hem yasadışı hem de gayrımeşru bir yöntemle 10 grevcinin iş akdini feshediyor. Demokrasiden nasibini almamış iktidar beslemesi bir holdingden böyle bir tutum belki de çok şaşırtıcı değil.
Beni ve bir çok başka meslekdaşı daha da fazla rahatsız eden, genel olarak medyanın ve meslekdaşların bu grev eylemi karşısındaki suskunlukları, ‘tarafsızlıkları’, ilgisizlikleri.
Gece mezarlıktan geçerken korkularını gizlemek için ıslık çalanlar. Köşelerinde eften püften konuları yazmaya devam edenler. Hiçbir şey olmamış gibi davrananlar. Lafa gelince mangalda kül bırakmayıp, yazmaya gelince eli grevden sendikadan sözetmeye varmayanlar.
‘Aman canım bana mı düşmüş 10 grevciyi savunmak’ diyenler. ‘Bu işsizlikte başımızı derde sokmayalım’cılar. ‘Kaybedecekler nasıl olsa, yanlış ata oynamayalım’ küstahları. ‘Patron haklı canım, şimdi yazsam patron uşağı derler’ diyen hakiki patron uşakları.Kendi mesleğine, kendi meslekdaşına yabancı gazeteciler.
Sabah-atv’nin rakipleri bile bu grevden sözedemiyor. Çünkü sendikal eylem ve en önemli mücadele yöntemlerinden biri olan grev, sadece çıkar ve imtiyazlarını doğrudan tehdit eden işveren kesimini yani medya mülkiyetini değil, topyekün medya cemaatini de rahatsız ediyor, korkutuyor, sessizliğe itiyor.
Türkiye medya manzarasındaki sendikasızlaştırma operasyonunun merhalelerini uzun uzun anlatacak değilim. İlk darbeyi yediğimiz yıllarda Milliyet’te yanılmıyorsam Genel Yayın Yönetmeni konumunda olan arkadaşımız Umur Talu, bu konuyu hem köşesinde bir çok kez yazdı, hem de konferans ve seminerlerde son derece dürüst bir şekilde, kendi sorumluluğunu da kabul ederek anlattı Aydın Doğan’ın ‘Ya sendika ya istifa’ dayatmasını.
Egemen ideoloji neo-liberal anlayış ve uygulamalar iktidara geldiğinden bu yana, yani yaklaşık olarak 80’lerden sonra, hak, emek, dayanışma gibi sözcük ve kavramlar demode edilmeye çalışılırken, rıza, sermaye ve rekabet sözcükleri/kavramları yüceltildi. Sadece Türkiye’de ve medyada değil dünyada da sendikasızlaştırma operasyonları gerçekleştirildi.
Aslında sendikal tarihe baktığımızda belki de 100-150 yıldır en güçlü, en örgütlü iş kollarını saydığımızda, maden ve basın ön plana çıkıyor. En ağır koşullarda çalışan maden işçileri haklarını korumak ve geliştirmek için her yerde yıllarca çok büyük mücadeleler verdi. Emekçi kesimin (teorik olarak!) belki de en bilgili, en kültürlü kesimini oluşturan gazeteciler de, matbaa ve dağıtım emekçileriyle birlikte, aynı şekilde mücadele ettiler.
Yaşı müsait olanlar, Maden-İş’in başını çektiği 15-16 Haziran 1970 ve 1991 Zonguldak Büyük Yürüyüşü ile 1961 Anayasa’sının kabulünün ardından Istanbul’daki gazetecilerin ünlü grev ve eylemlerini herhalde anımsıyordur. Ben de mesela 1983-87 yılları arasında Londra’da Madenciler Grevi ile medya imparatoru Rupert Murdoch’a karşı gazetecilerin grevine tanıklık etmiştim. Good old days!
İngiltere’de ve Fransa’da hatta ABD’de de bugün medya alanında hala güçlü sendikalar var. Fransa’da mesela, sendikanın onayı olmadan, işveren, medya organından ne bir çalışanı işten atabilir, ne de istediği kişiye işe alabilir. İngiltere’de Genel Yayın Yönetmeni bile sendikanın onayı olmadan ne sayfa yapım ne de matbaa bölümüne girebilir.
Batı’da eskisi kadar güçlü olmasalar dahi, sendikalar, geleneksel olarak, çalışanların ekonomik haklarını korumanın yanı sıra yayın politikası, şiddet haberleri, medya etiği, yazı işlerinin bağımsızlığı (Editorial independence) gibi mesleki konularda da yönetime, medya mülkiyetine müdahale edebiliyor, uyarı yapıyor, muhalefet ediyor, katkıda bulunuyor.
Sendika, sendikacılık öyle gelişigüzel, sübjektif ya da salt ideolojik ihtiyaçlardan kaynaklanmıyor. Akıllı yani demokrat işveren de sendikayla işbirliği yaparak, üretim, kalite, işyeri sağlığı ve güvenliği gibi kendine gerekli alanlarda da kazançlı çıkabiliyor. Sınıf sendikacılığı ya da uzlaşmacı sendikacılık da bu alanda tartışılan yaklaşımlar.
Sendikacılığı güç durumda bırakan örneklere de kısaca değinmek gerekir: Son örneğini Ergenekon sanığı Mustafa Özbek’in Türk Metal-İş’inde gördüğümüz türden sendikacılık, 34 yıldır değişmeyen başkanlık ve muazzam bir kişisel servet anlamına geliyor. Bunun hak, emek ya da dayanışmayla ilgisi olmadığı açık. Keza sarı sendikacılık adı verilen işveren yanlısı sendikacılık da işçileri sendikadan soğutan bir yapı.
80’lerden bu yana, ‘ideolojiler bitti’, ‘tarih bitti’, ‘işçiler de patronlar da artık blucin giyiyor’, ‘Marksizm öldü’, ‘Sendikaya ne gerek var’ safsatalarıyla reklamı ve promosyonu yapılan neo-liberalizm, ekonomik alanda üç mortgage, iki yatırım bankasının iflas etmesiyle iskambil kağıdından şatolar gibi tepetaklak devrilirken, eski ve demode değer ve uygulama olarak sunulan sendikacılığa bu kriz döneminde eskiye oranla çok daha fazla ihtiyaç var.
Benim ETUC/CES (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) yayınlarından izleyebildiğim kadarıyla, genel olarak sendikacılık da, baskı ve siyaset üretememe gibi çeşitli nedenlerle, kendini geliştirip, bu yeni neo-liberal dünya ve düzene karşı yeteri kadar güçlü bir muhalefet/alternatif yaratamadığını kabul ediyor.
Yine de yeryüzünde her yerde ve hala mülk sahipleri ve emekçiler diye iki ayrı dünya mevcut. İdeolojiler de, tarih de bitmedi.
Son bir ay içinde Venezüela’da, Bolivya’da, komşumuz Yunanistan’da, Fransa’da ve Guadelup’da neler oldu, neler oluyor…doğru dürüst yansıtan bir habere, yoruma rastladınız mı hiç? Bu örneklerde de sendika ve grev var. Bu nedenle egemen medya, bu tür mücadele haberleri yerine üçüncü sınıf sahne sanatçısının kokain maceralarını yansıtmayı tercih ediyor birinci sayfalarda.
Sendika ve grev, egemenlerin, mülk sahiplerinin (Medya dahil) aşil topuğudur. E zaten Akhilleus da sonunda topuğundan vurulmuştur.
Aşil topuğu
Ragıp Duran
Önce gazeteciler sonra okurlar, atv-Sabah’daki grevden ne kadar haberdar? Sendika ve grev, geçmiş bir dönemin sözcük ve uygulamaları mı yoksa? Akhilleus sonunda nasıl öldü?
Geçenlerde Tayfun Talipoğlu’nun TRT 1 kanalında, TRT’nin değişimini tartıştığımız programda, sonlara doğru, yani saat gece yarısını çoktan geçmişti, Bilgi Üniversitesinden değerli arkadaşım, meslekdaşım Dr.Esra Arsan, söz aldı ve mealen, ‘’ Bu programa TRT’deki sendikacı arkadaşları da davet edip onlara da söz hakkı verseydiniz iyi olurdu. Çünkü biz sonuç olarak TRT’yi dışarıdan değerlendirebiliyoruz, eleştirebiliyoruz. Halbuki sendikacı arkadaşlar da olsaydı onlar içeriden, çalışma koşullarını ayrıntılı olarak bizlere anlatır, hükümetin ya da yönetimin çalışanlarla ilişkilerini anlatırlardı’ dedi.
Programın yöneticisi Talipoğlu, Esra’nın konuşmasına kadar, TRT’ye yönelik eleştiriler konusunda kendisine merkezden iletilen not ya da yanıtları aktarıyor, bir şekilde o programa çağrılı gazeteci, medya eleştirmeni ya da medya akademisyenlerinin eleştirilerine karşı TRT yönetiminin yankı ve tepkilerini hem bize hem de izleyicilere aktarıyordu.
Ne var ki, sahneye ‘sendika’, ‘sendika temsilcileri’, ‘çalışma koşulları’ sözcükleri çıkınca, Talipoğlu, merkezin yanıtını filan beklemeden, TRT yönetiminin ya da genel olarak işverenlerin, medya mülkiyetinin refleks haline gelmiş yanıt ve tepkilerinden bir demet sundu.
Paneldekilerin çoğu, sabaha karşı, bu konuya öyle çok da önem vermedik. Konu geçti gitti.
Şimdilerde dünya sendika tarihinde bile nadir görülen bir grev yaşanıyor: İşveren, kamu bankalarından aldığı tartışmalı krediyle yine tartışmalı bir açık artırma ile atv-Sabah grubunun mülkiyetini ele geçiren AKP yanlısı Çalık Holding/Turkuvaz. Grevciler ise Türkiye Gazeteciler Sendikası üyesi 10 meslekdaşımız.
Yüzlerce gazetecinin çalıştığı bir holdingde, 10 gazeteci, Fransızca deyişle ‘Contre vent et maree’ (Rüzgarlara ve dalgalara karşı-Tüm engelleri aşarak) greve çıkıyor. Sendikanın internet sitesinde konuyla ilgili ayrıntılı bilgiler mevcut. (tgs.org.tr)
İşverenin arkasındaki gücü biraz tanıyalım. Geçtiğimiz 1 Mayıs’ta işçiler hakkındaki düşüncelerini İstanbul sokaklarında eyleme döken, hak arayan emekçileri ‘Ayaklar baş olursa…’ deyişiyle niteleyen AKP iktidarının bir holdingi, greve karşı ilk tepki olarak, hem yasadışı hem de gayrımeşru bir yöntemle 10 grevcinin iş akdini feshediyor. Demokrasiden nasibini almamış iktidar beslemesi bir holdingden böyle bir tutum belki de çok şaşırtıcı değil.
Beni ve bir çok başka meslekdaşı daha da fazla rahatsız eden, genel olarak medyanın ve meslekdaşların bu grev eylemi karşısındaki suskunlukları, ‘tarafsızlıkları’, ilgisizlikleri.
Gece mezarlıktan geçerken korkularını gizlemek için ıslık çalanlar. Köşelerinde eften püften konuları yazmaya devam edenler. Hiçbir şey olmamış gibi davrananlar. Lafa gelince mangalda kül bırakmayıp, yazmaya gelince eli grevden sendikadan sözetmeye varmayanlar.
‘Aman canım bana mı düşmüş 10 grevciyi savunmak’ diyenler. ‘Bu işsizlikte başımızı derde sokmayalım’cılar. ‘Kaybedecekler nasıl olsa, yanlış ata oynamayalım’ küstahları. ‘Patron haklı canım, şimdi yazsam patron uşağı derler’ diyen hakiki patron uşakları.Kendi mesleğine, kendi meslekdaşına yabancı gazeteciler.
Sabah-atv’nin rakipleri bile bu grevden sözedemiyor. Çünkü sendikal eylem ve en önemli mücadele yöntemlerinden biri olan grev, sadece çıkar ve imtiyazlarını doğrudan tehdit eden işveren kesimini yani medya mülkiyetini değil, topyekün medya cemaatini de rahatsız ediyor, korkutuyor, sessizliğe itiyor.
Türkiye medya manzarasındaki sendikasızlaştırma operasyonunun merhalelerini uzun uzun anlatacak değilim. İlk darbeyi yediğimiz yıllarda Milliyet’te yanılmıyorsam Genel Yayın Yönetmeni konumunda olan arkadaşımız Umur Talu, bu konuyu hem köşesinde bir çok kez yazdı, hem de konferans ve seminerlerde son derece dürüst bir şekilde, kendi sorumluluğunu da kabul ederek anlattı Aydın Doğan’ın ‘Ya sendika ya istifa’ dayatmasını.
.
Egemen ideoloji neo-liberal anlayış ve uygulamalar iktidara geldiğinden bu yana, yani yaklaşık olarak 80’lerden sonra, hak, emek, dayanışma gibi sözcük ve kavramlar demode edilmeye çalışılırken, rıza, sermaye ve rekabet sözcükleri/kavramları yüceltildi. Sadece Türkiye’de ve medyada değil dünyada da sendikasızlaştırma operasyonları gerçekleştirildi.
Aslında sendikal tarihe baktığımızda belki de 100-150 yıldır en güçlü, en örgütlü iş kollarını saydığımızda, maden ve basın ön plana çıkıyor. En ağır koşullarda çalışan maden işçileri haklarını korumak ve geliştirmek için her yerde yıllarca çok büyük mücadeleler verdi. Emekçi kesimin (teorik olarak!) belki de en bilgili, en kültürlü kesimini oluşturan gazeteciler de, matbaa ve dağıtım emekçileriyle birlikte, aynı şekilde mücadele ettiler.
Yaşı müsait olanlar, Maden-İş’in başını çektiği 15-16 Haziran 1970 ve 1991 Zonguldak Büyük Yürüyüşü ile 1961 Anayasa’sının kabulünün ardından Istanbul’daki gazetecilerin ünlü grev ve eylemlerini herhalde anımsıyordur. Ben de mesela 1983-87 yılları arasında Londra’da Madenciler Grevi ile medya imparatoru Rupert Murdoch’a karşı gazetecilerin grevine tanıklık etmiştim. Good old days!
İngiltere’de ve Fransa’da hatta ABD’de de bugün medya alanında hala güçlü sendikalar var. Fransa’da mesela, sendikanın onayı olmadan, işveren, medya organından ne bir çalışanı işten atabilir, ne de istediği kişiye işe alabilir. İngiltere’de Genel Yayın Yönetmeni bile sendikanın onayı olmadan ne sayfa yapım ne de matbaa bölümüne girebilir.
Batı’da eskisi kadar güçlü olmasalar dahi, sendikalar, geleneksel olarak, çalışanların ekonomik haklarını korumanın yanı sıra yayın politikası, şiddet haberleri, medya etiği, yazı işlerinin bağımsızlığı (Editorial independence) gibi mesleki konularda da yönetime, medya mülkiyetine müdahale edebiliyor, uyarı yapıyor, muhalefet ediyor, katkıda bulunuyor.
Sendika, sendikacılık öyle gelişigüzel, sübjektif ya da salt ideolojik ihtiyaçlardan kaynaklanmıyor. Akıllı yani demokrat işveren de sendikayla işbirliği yaparak, üretim, kalite, işyeri sağlığı ve güvenliği gibi kendine gerekli alanlarda da kazançlı çıkabiliyor. Sınıf sendikacılığı ya da uzlaşmacı sendikacılık da bu alanda tartışılan yaklaşımlar.
Sendikacılığı güç durumda bırakan örneklere de kısaca değinmek gerekir: Son örneğini Ergenekon sanığı Mustafa Özbek’in Türk Metal-İş’inde gördüğümüz türden sendikacılık, 34 yıldır değişmeyen başkanlık ve muazzam bir kişisel servet anlamına geliyor. Bunun hak, emek ya da dayanışmayla ilgisi olmadığı açık. Keza sarı sendikacılık adı verilen işveren yanlısı sendikacılık da işçileri sendikadan soğutan bir yapı.
80’lerden bu yana, ‘ideolojiler bitti’, ‘tarih bitti’, ‘işçiler de patronlar da artık blucin giyiyor’, ‘Marksizm öldü’, ‘Sendikaya ne gerek var’ safsatalarıyla reklamı ve promosyonu yapılan neo-liberalizm, ekonomik alanda üç mortgage, iki yatırım bankasının iflas etmesiyle iskambil kağıdından şatolar gibi tepetaklak devrilirken, eski ve demode değer ve uygulama olarak sunulan sendikacılığa bu kriz döneminde eskiye oranla çok daha fazla ihtiyaç var.
Benim ETUC/CES (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu) yayınlarından izleyebildiğim kadarıyla, genel olarak sendikacılık da, baskı ve siyaset üretememe gibi çeşitli nedenlerle, kendini geliştirip, bu yeni neo-liberal dünya ve düzene karşı yeteri kadar güçlü bir muhalefet/alternatif yaratamadığını kabul ediyor.
Yine de yeryüzünde her yerde ve hala mülk sahipleri ve emekçiler diye iki ayrı dünya mevcut. İdeolojiler de, tarih de bitmedi.
Son bir ay içinde Venezüela’da, Bolivya’da, komşumuz Yunanistan’da, Fransa’da ve Guadelup’da neler oldu, neler oluyor…doğru dürüst yansıtan bir habere, yoruma rastladınız mı hiç? Bu örneklerde de sendika ve grev var. Bu nedenle egemen medya, bu tür mücadele haberleri yerine üçüncü sınıf sahne sanatçısının kokain maceralarını yansıtmayı tercih ediyor birinci sayfalarda.